39. İstanbul Film Festivali I #2 20 Yaşında Öleceksin!

39. İstanbul Film Festivali Yazı Serisi Nedir?

39. İstanbul Film Festivali Yazı Serisi, bu sene 39.su gerçekleştirilecek olan İstanbul Film Festivali kapsamında oluşturduğumuz bir seridir. Covid-19 ile mücadele kapsamında etkinlik tarihi ertelenen 39. İstanbul Film Festivali, ilk 15 filmlik seçkisi ile 15-29 Mayıs tarihleri arasında "Çevrimiçi Film Gösterimi" ile gerçekleşecek. İKSV'nin katkılarıyla bu yılın ilk 15 filmlik seçkisini siz değerli okurlarımıza sunuyor ve detaylıca inceliyor olacağız.



20 Yaşında Öleceksin

76. Venedik Film Festivali'nde "En İyi Çıkış Yapan Film" ve Amiens, Kartaca, El Gouna gibi festivallerde "En İyi Film"ödülüne layık görülen ve Sudanlı yazar Hammour Ziada'nın "Sleeping at the Foot of the Mountain" isimli kısa romanından uyarlama olan 20 Yaşında Öleceksin! / You Will die at Twenty, Sudan halkına yapılan bir "özgürlük" çağrısını ifade ediyor.

Sudan'dan çıkan ilk sekiz uzun metrajlı yapım içerisinde yer alan 20 Yaşında Öleceksin'in yönetmen koltuğunda Tina (2009), Coffee and Orange (2004), and Feathers of the Birds (2005) gibi kısa filmler ile adını duyuran ve 2013'de Apple Die filmi ile "En İyi Arap Senaryosu" ödülünü kazanan Amjad Abu Alala oturuyorken, Abu Alala, yazar Hammour Ziada'dın aktivist ruhundan etkilenerek, kendi deneyimlerini de katarak Youssef Ibrahim ile senaryoyu yeniden uyarlıyor. Filmin kadrosunda ise Mustafa Shehata, Islam Mubarak, Mahmoud Esaraj, Bunna Khalid ve Talal Afifi gibi isimler yer alıyor. 

Sudan devriminin kurbanlarına adanan ve Sudan halkı için adeta özgürlük çağrısı olan yapım, dünyadan izole bir şekilde, kendi inanç ve gelenekleri doğrultusunda yaşayan sudanlı bir köyün yaşamına odaklanıyor. Bir kehanetin insanların kaderini nasıl etkileyebileceğini gözler önüne seriyor. Bu üstü örtük, kendi içinde yaşayan toplulukta dünyaya gelen Muzamil'in kaderi, köyün din adamları tarafından veriliyor. 20 yaşında öleceği kehaneti üzerine hayatı kâbusa dönen Muzamil, ölümünü beklerken hem varoluşsal hem de içsel bir yolculuğa çıkıyor. 



Ölümün Oğlu Muzamil

Doğduğun andan itibaren kendini beklenmeyen bir kehanetin içinde bulan Muzamil, yaşadığı köyün batıl inançlarına ve geleneklere göz yummak, itaat etmek zorunda kalıyor. 20 yaşında öleceğini bilen biri, yaşananını ne kadar dolu, ne kadar doğru geçirebilir? 19 yaşınızın son gününde ne yaparsanız, dünyadan göçüp gitmeye tam hazır olursunuz? Muzamil, yaşamın ağırlığını bizlere hissettirerek, ne kadar doğru yaşamamız gerektiği konusunda bize bir çağrı yapıyor.

Oldukça ağır bir film işleyişi öncelikle gözümüze çarpıyor. Film içerisinde değinilmesi gereken, açılıp üzerine konuşulması, tepki verilmesi gereken noktalar gözden çıkarılmış ya da göz ardı edilmiş. Muzamil'in çevresi ile olan ilişkisi üzerine gidilmesi yerine, kültürün, rejimin, geleneklerin ve bir noktada önyargını üzerine gidilerek dolu dolu olması gereken bir senaryonun harcandığını düşünüyorum.

Rejimin diyorum çünkü yapım, yönetmen Abu Alala'nın ifadesine göre Sudan halkı için "özgürlükçü bir çağrı" olmak üzere, rejime karşı çıkanlara armağan edilmiş. Hikayede boşlukların olmasının sebebini romana bağlı kalma ve ses olma çabası olduğunu düşünüyorum.


Babası tarafından bırakılan-bizce terkedilen- Muzamil, bulunduğu her ortamda bu "otorite" eksikliğini hissediyor. Filmde öncelikle babanın yokluğu olarak ifade edebileceğimiz otorite boşluğunu; baskıcı rejimin ve batıl inançlara mahkum edilmiş kör halkın doldurduğunu düşünüyorum. Bu ağırlık baştan sona kadar Muzamil'in ve yapımın havasına gayet hakim. İki Nil'in arasında ironik bir varoluş çağrısı olan filmde, çölün, kerpiç evlerin, tozun dumanın rengi çok büyük bir ustalıkla kullanılmış. Görüntü yönetmeni Sébastien Goepfert inanılmaz bir iş çıkartmış. Patlatılması zor olan yakın renk tonları, beyaz ve siyah ile parlatılmış, ışık oyunları ile heyecan katılarak iyi bir göz seyrine ulaşılabilmeyi başarmış.

İslam'dan bozma bir din, İslam'a benzeyen ritüeller öne çıkıyor. Hatim duaları, arkadaşlık ilişkileri ve ölüm vurgusu yapım içerisinde yer alıyor. Özellikle Muzamil'e ölümü çağrıştıran unsurlar filme soluk katıyor. Yüce Nil'in endamına bir övgü varken boğulmaktan korkan ve sonu boğulmak olan gençlere vurgu yapılmış. Dinsel olarak baktığımızda; endamına yapılan övgünün, Allah'a yapılan bir methiye olduğunu düşünürken boğulmanın ceza, ve güçe vurgu olduğunu düşünüyorum ancak filmin karşı koymaya bir çağrı olduğunu düşünürsek; Nil'in yüceliğinin rejimi, boğulmanın ise otorite içerisinde sıkışıp kalmayı çağrıştırdığını düşünüyorum.

20 Yaşında Öleceksin, ölmekten korkmanın değil, yaşamaktan korkmanın hikayesi.
Kefene vurgunun, Muzamil'in üzerinde nasıl bir travmaya yol açtığını, onu nasıl da sineye çektiğine şahit oluyoruz. Toplum tarafından hoş görülmeyen bir adam-Süleyman- ile arkadaş olan Muzemil, bu İngiliz beyfendiden hayatla ilgili altın değerinde bilgiler öğreniyor. Süleyman ile birlikte geçirdiği anlarda gerçekten de "yaşama farklı bir pencereden bakabilmenin", "yaşamı farklı bakışla keşfedebilmenin" sıcaklığını hissediyoruz.

Yapımın, özellikle kültüre, geleneklere ve batıl inançlara karşı direnmeye odaklandığından bahsetmiştim ancak direnmenin sağlanılamadığı çok önemli bir nokta var; tacize ses olamamışlar.
Mucamil'in dervişlerin yanına gittiği ve bir kaç saniyeliğine yalnız kaldığı bir anda dervişin, Mucamil'in göğsüne dokunuşu ve sonrasında sahnenin kesilmesi bize taciz hissini geçiriyor. Neredeyse son anda benzer bir sahnenin yaşanmasına kadar üzerine hiç gidilmeyen, ses dahi çıkarılmayan bu konu, beni oldukça rahatsız ettiğini söylemeliyim. Bu kadar baskıya ses olan bir yapımın bunu göz önüne dahi almaması, senaryonun boşluğunu derinden hissettiriyor.



Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.